Çaydanlık

Posted on May 2, 2023   7 minute read

Kira kontratını derin bir nefes alarak koydu cebine. Önündeki birkaç ayı; herkesten, yaşadığı diğer bütün şehirlerden ve hayatlardan uzakta geçireceği zamanı düşünmemek için zorladı kendini. Önce evi gezmek istedi,günler nasılsa biraz da eve göre şekillenecekti. Eski sayılmayacak ama daha ilk bakışta garip bir ‘eski zaman ve diyarlarda’ olduğunu hissettiren bu beyaz yazlık ev, sahilin en uç köşesinde yüksekçe bir tepede diğer bütün evlerden uzak şekilde duruyordu. Eve girer girmez koşarak merdivenleri tırmandı, önünde uçsuz bucaksız denizin uzandığı balkona attı kendini; şimdiden emindi önündeki uzun zaman bu balkon sayesinde çekilebilir olacaktı. Ne kadar uzun zamandır böyle bir mavi görmediğini hatırladı, denizin kokusunu çoktan unutmuştu; sıcacık gün batımında hatırladı yıllardır hiçbir yaz onun için yaz olmamıştı ve uzun zamandır ilk defa huzurlu hissetti kendini galiba önündeki günlerin güzel geçeceğine dair umutlanabilirdi artık. Balkon demirlerine kalınca bir iple sımsıkı bağlanmış büyük bir kırmızı balon çekti dikkatini. Yavaşça çözdü düğümü, düğüm çözülür çözülmez balonla birlikte ayaklarının da yerden yükseldiğini hissetti. Gün batımının bir mucizesi ya da bu yöreye özgü bir seyahat aracı olabilir miydi bu? Hiç tanımadığı bu yerin önüne ne gibi şeyler çıkarabileceğini zaten bilmiyordu, uçmasını sağlayan bu balona şaşırmaması gerekirdi belki de? Sımsıkı tutundu balona, yerden yavaşça yükselirken bu küçük koyun diğer köşesinde kalmış deniz fenerini ilk görüşü olacaktı bu. Hayatında daha güzel bir şey görmediğini fark etti o an, masmavi denizin yemyeşil koyun köşesine değdiği o yerde bembeyaz bir deniz feneri, bu yere iyi ki gelmişti.

Balonla birlikte yavaşça göğe doğru yükselirken şaşkınlık ve panik her hücresini kaplamaya başlamıştı. Garip bir şekilde huzurlu da hissediyordu. Gerçek miydi bu? Uzun zamandır zihnini yoran onca yaşanmışlığın sonucunda zihni bir kaçış yolu mu bulmuştu yoksa? Buraya neden geldiğini hatırladı, “Artık zihnimi herhangi bir sorun ile boğmak istemiyorum!” serzenişlerini hatırladı. Yükselsin bakalım güzel, kırmızı -garip- balon. Gerçek değildiyse de hissettirdikleri eğlenceliydi şu an için.

Bir eliyle ipin üst kısmından tutarken diğer elini de ipin altta kalan bölümüne sıkıca bağladı. Herhangi bir güç ya da çaba harcamadan kendini bırakmak niyetindeydi balona. Denizin en derin olduğu yerde kendini maviliklere bırakmak gibi bir histi ama tam tersine göğe yükseliyordu. Rüzgârı hissetmek, yüzeyde yaşayan tüm o canlılar etrafında toplanan -kirli- havadan uzaklaşmak epey hoşuna gitmeye başladı. Korkutucu olan tek şey balonun sürekli yükselmesiydi. Beyaz sevimli yazlık çok aşağılarda kalmaya başladı. Deniz feneri de arada bir göz kırpıyordu artık uzaklardan. Yüzünü denize doğru döndü. Dünya üzerinde bundan daha güzel bir görüntü ile karşılaşılır mı bilemiyordu. Yarısı denizin içinde kaybolmuş, diğer yarısı ufkun bittiği yerde kıpkırmızı parlayan ve giderek parlaklığını kaybedip yerini gecenin karanlığına bırakan güneş.

Vakit doluyordu. Aynı zamanda vakit yeni başlıyordu. Geçmiş hayatından kalan bir rutindi bu. Güneşi batarken gördüğünde gözlerinin önündeki manzara muhteşem olsa da buruk bir mutlulukla izlerdi bu batışı. Bilirdi günün bittiğini. Bir, belki iki saat sonra her gün yaşanan döngünün, madalyonun diğer yüzünün başlangıcı olacaktı. Balon yükselmeye devam etti. Kırmızı güneş yerini lacivertin siyaha çalan tonlarına bırakmaya başladı. Yaşamın diğer yüzü kendini gösteriyordu. Yüzeydeki hayatta ateş böcekleri misali ufak tefek ışıklar yanıp sönmeye başladı. Deniz feneri artık göz kırpmıyordu, O’nu mu izliyordu yoksa? Işığını hep kendisine yöneltiyor gibiydi.

Neden sabit kalmıştı bir anda? Hareketini durdurmuştu balon. Saatlerdir sürükleniyorlardı oysa? Onlarca metre yüksekteyken balonun sabit kalması mümkün olamazdı. En büyük hayallerinden birini hatırladı o an. Günün birinde göğün en yüksek noktasında öylece durup aşağıda olanı biteni izlemenin hayali hep çok eğlenceli gelmişti. Şu an pek eğlenceli olduğu söylenemezdi. Derken, balon güneye doğru, kaçıp kurtulmak için son gücünü harcadığı topraklara doğru, sabit bir doğrultuda ilerlemeye başladı, kontrolü ele geçirmişti resmen! Nereye gideceklerine karar veriyordu. Ve gittikleri doğrultuda devasa bulut kümeleri vardı.

Gökteki bulutları pamuk şekerlere benzetirdi küçükken. İzlediği çizgi filmlerden olsa gerek, bulutların pofuduk zeminlerinde hoplaya zıplaya eğlenebileceğini hayal ederdi. İlk teması yaşadığında gerçeğin böyle olmadığını tecrübe de etmiş oldu. Soğuktu. Çok soğuk. Güneş nereye kaybolmuştu? Geri gelsindi hemen! Beyaz sevimli yazlık, güven veren deniz feneri nerelerdeydi? Uzun süre sonra kavuştuğu huzur bu kadar kısa mı sürecekti? Ayrıca bu bulut neden kocaman bir düdüklü tencereyi andırıyordu diye de düşünmeden edemedi. Şeklinin bu derece nizami olması şaşırtmıştı. Balonun hızı kesildi. Artık daha yavaş yol alıyorlardı. Aşağı bakmaya çalıştığında sisten başka bir şey göremedi. Baktığı her yer aynıydı artık. Yeryüzü görünmüyordu, göğün ötesi görünmüyordu. Yaşam alanı değişmiş gibiydi.

Balonun hareketi sert bir şekilde durdu. Sanki bir şeye çarpmıştı. Bakışlarını yukarı çevirdiğinde bir kapı eşiğinde olduklarını gördü. Görmeye alışık olduğu yangın merdiveni giriş kapılarına benziyordu, şu tek taraflı açılabilir olanlar. Kapı fazlasıyla hırpalanmıştı, epey eskiydi. Sanki daha önce defalarca bu kapı keşfedilmiş ve ötesine geçiş mümkün olmamıştı. Kapıdan geçebilmek için mücadeleler verilmiş ve bedeller ödenmişti. Kapının üstündeki çiziklerden, yer yer eskimiş dokusundan ve uyandırdığı hislerden bunu anlamak hiç zor değildi. Sahi, sadece insanlar mı hissiyat uyandırırdı kişide? Telefonunun şarj aleti kölelik hissi uyandırırdı hep kendisinde. Rugan ayakkabının bıyıklı uzun boylu bir müdür yardımcısı canlandırması gibi. Eşyalarda da farklı bir can vardı belli ki, anlatmak istedikleri vardı belki de tıpkı şu an karşısında duran tuhaf kapı gibi. Kapının önünde birkaç adımlık bir zemin vardı. Zeminin devamı yerden bir anda koparılmış gibi kırıklarla doluydu. Zemine adım attı. Balonun ipini elinden çözdü fakat balonun ipini bırakmadı. Güven veriyordu balonun varlığı. Yangın merdiveni kapılarının aksine şu an karşısında duran kapının rengi siyaha çalıyordu artık. Defalarca önünde ateş yakılmış ve islere boğulmuştu sanki. Yerli yersiz el izleri vardı. Kim bilir kimler son bir çabayla kapıyı açmak için son güçlerini harcamışlardı. Ama anlamıyordu, kapının açılan tarafındaydı, kolu biraz ittiklerinde açılması gerekirdi. Belki de bu şekilde açılacağını bilmiyorlardı önceki ziyaretçiler, diye düşündü. Aynı obje herkeste aynı duyguyu uyandırsa, herkes tarafından aynı şekilde bilinse ne anlamı kalırdı ki hem.

Tüm yorgunluklarını arkasında bırakıp huzur bulmak için bir süreliğine dünyadaki küçük bir cenneti seçmişti kendine. Gün batmış, gece tüm karanlığıyla duyguları gizlerken şu an yüzeyden metrelerce yüksekte, düdüklü tencereye benzeyen devasa bir bulutun içinde tuhaf bir kapıya bakıyordu. Hayat mottosu geldi aklına, “En kötü ne olabilir?”. Kolu biraz güç kullanarak itti. Kapı ağır ağır açılmaya başladı. Üstünde durduğu platform sadece kapının ön tarafını ve kapının önündeki birkaç metrelik alanı görebilmesine izin veriyordu. Herhangi bir duvarla bağlantısı olmayan ve arkası boş olması gereken kapı ağır ağır açılırken şaşkınlığını gizleyemedi. Devasa genişlikte oval bir odaya açılıyordu kapı. Zemin mor rengin ağırlıkta olduğu, incecik siyah ve beyaz işlemelerin olduğu geniş taşlar ile kaplıydı. Oval odanın yekpare gibi görünen, köşesiz duvarları en aşağıdan morun açık tonları ile başlıyor, yukarı çıktıkça rengi siyaha dönüşerek bir süre sonra gözden kayboluyordu. Ne kadar yüksekteydi tavan? Ya da var mıydı bir tavan? Tavanını göremediği bir odada olduğu hissi ürkmesine sebep oldu. Yüksek de olsa tavanı görmek isterdi. Duvarın iki metre kadar üstündeki bir hizada, üçer metre aralıkla odayı aydınlatma görevini üstlenmiş olan meşaleler vardı. Alev de canlıydı sanki, hep bir hareket halindeydi. Nesneler ve varoluş sebepleri üzerine daha sonra kafa yorulurdu, şimdi daha önemli olan, odanın tam ortasındaki koyu yeşil deri koltukta oturan “şey” idi. Silueti karanlıkta kaldığı için tam seçilemiyordu. Odanın ortası nispeten daha az aydınlanıyordu. Duvardaki meşalelerden gelen ışık yeterli olmuyordu merkezi aydınlatmaya. Oraya doğru adım adım ilerlemeye başladı. Bir yandan bu garip odanın her ayrıntısını görmeye ve anlamaya çalışıyordu. Duvarlarda meşaleler hariç başka bir obje yoktu. Her iki meşalenin arasında kendi geçtiği kapıya benzer bir kapı daha vardı. Bir süre sonra kaç tane kapı olduğunu sayamayacağını fark etti. Sayamayacağı kadar fazlalardı. Kendi geçtiğine benzer başka kapılar mıydı acaba bunlar? Hepsi de tek taraflı kapıydı ve açıldığı yer oval odaydı. Merkeze ilerleyişini sürdürdü. Haşmetli yeşil deri koltuğun karşısında küçük bir tabure vardı. Elinde kırmızı balonu ile tabureye oturdu.

“Hoş geldin” dedi koltukta oturan siluet.

– Neresi burası?

– Uzun zamandır gelmemek için elinden geleni yaptığın yer.

– Burayı daha önce görmediğime eminim. Hiç bilgim olmayan bir yere gelmemek için nasıl bir çaba gösterebilirim?

Sesinden keyiflendiği anlaşılıyordu silüetin. Küçümser bir ses ile, “Ah.. Zihnindeki ince kıvrımlar, hesaplaşmalarını yıllar boyu ertelemekten başka işe yaramadılar.” dedi.

– Benim kimseye verecek bir hesabım yok! Kimsin sen?

– “Tekrar hoş geldin” dedi ve öne doğru eğildi silüet.

Karanlıkta kalan kısımdan ayrılmıştı. Gülümsüyordu, kocaman bir gülümseme. Bir elinde tuttuğu ipin ucunda mavi bir balon süzülüyordu. Kendisi ile bu şekilde karşılaşmayı hiçbir kabusunda ya da rüyasında görmemişti daha önce.